10 Haziran 2015 Çarşamba

İşte tam da bundan bahsediyordum...


Bundan yaklaşık 8 ay önce balkonumda oturuyordum.  Biramı içip karşımdaki kırmızı binalara ve o binalarda, evlerin içindeki hayatları gizleyen perdelere, storlara, panjurlara bakıyordum.  Sabahları evlerinden çıkıp işe giden, bizlere verilmiş, seçmeye hiç fırsatımız olmayan rollerimizi en mükemmel şekilde oynamaya çalışan zavallı insanlığımızı düşünüyordum.

Yatacak yer ve yemek karşılığında yaptığım işimi düşünüyordum. Her akşam eve gelince stresimi sıkıntımı atmak için diklediğim biramı düşünüyordum.  İki dakika her şeyden uzaklaşmak için hayat nefesi gibi içime çektiğim sigaramı düşünüyordum.  Mecburiyetten görüştüğüm sevmeye çabaladığım yüzleri, o yüzler bana yargılayarak bakmasın diye satın aldığım kıyafetlerimi düşünüyordum.  Her zaman tiksindiği topukları, kanıksamak için yıllarca çabaladığı savaş boyalarımı,  yalan hayatlarla tıklım tıklım dolu televizyonumu, öyle olması gerektiği için yer kaplayan masamı,  alamadığım için başkalarının bana üzülerek baktığı yokluklarımı düşünüyordum.

Sonra istediklerimi düşünmeye başladım.  Bir liste yaptım sahip olmayı, olmayı ya da yapmayı istediğim 100 şey.

3 tane sahip olmak istediğim şey yazabildim. Bahçe içinde kerpiç kendi yaptığım bir ev, dev bir kütüphane ve bir motosiklet.

Olmayı istediğim şeyler ve yapmayı istediğim şeyler yüzü geçti.

Paskalya adasına gitmek istiyordum. Gezgin olmak istiyordum. Evsiz olmak istiyordum. Aşık olmak istiyordum. Uçurumların kenarında dans etmek, ormanlarda şarkı söylemek istiyordum.  Birine uzaktan koşup kucağına atlamak istiyordum.  Seçtiğim dostlarla sarhoş olmak, toprağa dokunmak, ağaçlara sarılmak istiyordum.  Yılan tarafından ısırılmak, bir ata sarılmak, bir şelaleden çıplak suya atlamak, dünyayı içime çekmek, dünyayla bir olmak istiyordum. Ormanla konuşmak, dağla kavga etmek, denizle anlaşmak istiyordum.  Tüm dünya benim olsun istiyordum.  Deniz gören 3 oda bir salon boktan bir ev istemiyordum. Ormanın ortasına çadır kurmak, hayatta kalmanın kıymetini bilmek istiyordum.  Kalbimi açmak istiyordum, sonuna kadar.  Zihnimi açmak istiyordum dibine kadar.  Kimsenin saç boyasını, çantasını, ev kredisini, 5 yıldız tatilini, terfisini duymak istemiyordum.

Müzik duymak istiyordum, kuş cıvıltısı, rüzgar sesi, dalga şıpırtısı, kurbağa vıraklaması, arı vızıltısı duymak istiyordum. Yalnız devrim şarkıları dinlemek istiyordum, yalnızca sisteme karşı sohbetler yapmak istiyordum. Schopenhauer bilen, Einstein’dan bahseden, toprağı seven, müziğe aşık, gözlerini gökyüzüne kaldırınca şaşıran insanlarla olmak istiyordum.  Hayatın gördüklerimizden değil hissettiklerimizden ibaret olduğun anlayan insanları görmek istiyordum. Hayvanlara sarılan, ağaçlara sarılan, toprağı öpen, kuşlarla konuşan insanlar bilmek istiyordum.

İstediklerimi sıralayınca her şey çözüldü.

Ben kendimi evrene açtığım an evren kendini bana açtı.

8 ay sonra, aşık oldum, deli gibi,  yola çıktım, yazmaya başladım, amazonlarda zihnimi açmaya, atlantik okyanusunun kıyısında balinaların doğumunu seyretmeye, büyük okyanusta yüzmeye, dünyanın en güney ucundan dünyanın sonuna bakmaya, Jamaika’da reggea dinleyip kafayı bulmaya, Uruguay’da mate içip Jose dede ile tanışmaya, Paskalya adasına maui heykelleriyle büyük okyanusu seyretmeye, vahşi atlarla koşmaya, Kolombiya’da kahve yapmaya, Equador’da çikolata yapmaya, Galapagos’ta nesli tükenmek üzere olan canlıları sevmeye,  Panama’da kanalı geçmeye, Honduras’da gasp edilmeye, Arjantin’de tango yapmaya, Guamatama’la da Azteklerin sırlarını çözmeye, Meksiko’da piramitlere bakmaya, Paraguay’da, Bolivya’da, Antigua’da, Costa Rika’da, Beliz’de, Haiti’de, Dominik’de gezmeye gidiyorum ben…

Yuva kalbindedir insanın. Doyduğu, yaşadığı yer değildir.  Gitmeyi beklediği yerdir.

Dünyanın öbür ucudur.  Nefes aldığı yerdir.  Düşününce ağladığı yerdir.

Gitmek istediği yerdir yuva, kalmak istediği yer değil!

Evren tüm seçenekleri önüme açtı 8 ay önce.

Ben seçtim.

Gitmeyi, aşık olmayı, sarılmayı, sevmeyi, gezmeyi, yazmayı, aramayı, bulmayı, kaybolmayı, bulunmayı, yok olmayı, var olmayı, dans etmeyi seçtim ben.

Unutulmayı, gözden düşmeyi, yargılanmayı, tuhaf karşılanmayı göze aldım.

Sisteminiz bana gelmedi ben de gitmeyi seçtim.

Hayat olduğun yerden ibaret değil.

Dünya ayaklarının altında…

İstediğin hayatı kimse vermeyecek sana, çalman gerek!

Ben hayatımı almaya gidiyorum.

Nefes almaya, var olmaya, ben olmaya, biz olmaya, bir olmaya…

 

25 Kasım 2014 Salı

Ne Yapmalı?


Bir sırt çantası hazırlamalı, bir sandviç bir su, bir örtü koymalı.  Bir tepeye tırmanmalı.  En tepeye geldiğinde, denizi görmeli, ve dağları biraz da ormanı, elbette gökyüzünü...
Karnını doyurmalı. Sonra etrafına bakmalı.

Başka tepelere bakmalı. Tüm ihtişamlarıyla, yıkılamayacak kadar güçlü ve dik duruşlarına. Ama dağlarla karşılaştırınca ne kadar küçük kaldıklarına, dünya ile karşılaştırınca minicik kaldıklarına ve evrenle karşılaştırınca neredeyse hiç bir şey gibi durmalarına bakmalı. 

Gökyüzüne bakmalı, üçsüz bucaksız gökyüzüne... Sonu yok gibi görünen, insanı içine alıp yok edecek kadar saydam gökyüzüne.  Bulutlara bakmalı, büyük ve güçlü, neredeyse katı. Ama kuvvetli bir rüzgarla nasıl dağıldıklarına bakmalı. Sanki hiç var olmamışlar gibi.

Rüzgarı dinlemeli, yakından dinlersen aslında fısıldadığı duyulur, bağırmadığını. Rüzgarın aslında ne kadar dikkatli ve şefkatli olduğunu görmeli, ama kaldırabileceğinden çok daha güçlü olduğunu fark etmeli.  Uzaklaştıkça azalan sesi sonra duyulmaz olur.  Koca şehirleri yok eden rüzgarın varlığından evrenin haberi bile yoktur.

Toprağa bakmalı.  Ne kadar büyük, uçsuz bucaksız olduğuna.  Tüm dünyayı kaplıyormuş gibi görünüşüne.  Üzerinde hayatı yetiştirebilen ve yok edebilen o gücü görmeli, insanlığın kaderine hükmedebilecek kadar kudretli olduğunu görmeli.  Ama etrafının sularla kaplı olduğunu fark etmeli, ki o sular onu bir anda yutabilir.  Kara suya bir tehdit değil, ve orada ancak su izin verdiği sürece var olabilir.

Suya bakmalı, sakin ve huzurlu, bir anda değişebilir ama, önce sarar seni, oysa yutabilir bir an sonra.  İçinde topraktan, havadan çok daha fazla yaşam barındırır.

Bulutlar aralanır birden, güneş çıkar. Dokunduğu her şeyi ısıtır. Su yavaş yavaş buharlaşır. Su güneşle savaşamaz. Güneş onu buharlaştırır,  isterse dondurur ortadan kaybolarak. Şimdilik yapmayacak, her şeye doğacak, toprağa, suya, bulutlara dünyaya.

Ve güneşe bakmalı, öyle büyük, kudretli inanılmaz, sonsuz bir güç, oysa ki evrende yalnızca bir yıldız tozu...

Evrenin var olmak için güneşe ihtiyacı yok. Gökyüzüne ihtiyacı yok, dünyaya, suya, ağaca ya da sana ihtiyacı yok. Evren sadece var. Senin var olup olmaman umurunda değil. Sen yalnıza küçük bir tozsun, hayatta kalmaya çabalayan bir parça yıldız tozu...

Etrafına bak, ne kadar küçük olduğunu fark et. Evren için hiçsin. Sen yalnızca sensin. Yediğin, okuduğun, yazdığın, öğrendiğin, öğrettiğin, verdiğin, aldığın, sakındığınsın. Ne düşünüyorsan osun. Ve en önemlisi bu. Var olman. Tam burada, tam şu anda.  Bir amacın, sebebin yok. Seni tesadüfen buraya getiren evrimin bir parçasısın ve her şeyin en basit açıklamasısın. 


Ne yapmak istersen, ne zaman istersen, nerede istersen yapabilirsin. Şu an yolda değilsen durmak istediğinden. Kararlarını her an değiştirebilirsin. Bu senin hayatın, senin filmin. Gidebilirsin, kalabilirsin, dönebilirsin, durabilirsin, parlayabilirsin, sönebilirsin...  Seçim yapmana bile gerek yok. Her şeyin sadece senin elinde olduğunu bil yeter.   

Tekrar bak şimdi etrafına.  Parçası olduğunu bilerek bak, Senin olduğunu bilerek bak. Onun olduğunu bilerek bak. Sahip olduğun, ait olduğun şeyin aynı olduğunu bilerek bak. Aldığın nefes senden bir parça... Verdiğin de...

10 Ekim 2014 Cuma

Ben Neyim?



Ben neyim? Bu soruya cevap vermeye cesaret edebilmek bile ömrümün çoğunu aldı.  Kaldı ki soruyu her sorduğumda yeni cevaplar alacağımdan eminim.  Belki artık kayda geçirmenin vakti gelmiştir.  Diyelim ki 1 yıl sonra yeniden sorar yeninden cevaplarım, neler değişmiş görürüm.


Ne olduğumu bulmak için önce ne olmadığımı belirlemeye karar verdim.

Ben işim değilim. Onu sadece geçinmek için yapıyorum.

Ben param değilim. O sadece hayatımı istediğim gibi yaşayabilmem için kullandığım bir araç. Değersiz.  Başkalarının verdiği değeri hak etmeyen.

Ben yalancı değilim.  Yalan söylemenin gereği yok.  Hiç olmadı.

Ben çıkarcı değilim.  Hiçbir şeyin karşılığını anlamam ve beklemem. 

Ben karmaşık değilim.  Aksine minimalim, minimalistim.  Az olsun öz olsun.  Hayat basit olsun. İçinde aşk olsun, gezmek olsun, doymak olsun. 

Ben mülkiyetçi değilim.  Bir toprağa, bir eve, bir köke sahip olmak istemiyorum.  Kalbimi koyduğum yerde gönlüm istediğince gideyim kalayım istiyorum….

Ben sahip olduklarım değilim.  Onlar ödünç.

O zaman ben neyim?

Ben düşünürüm öncelikle.  Her anımı düşünerek geçiririm.  Neden buradayız, bir amacımız var mı? Varsa nasıl buluruz? Nereye gidiyoruz, nasıl geldik, neden başladık, nerede bittik? Bizi ne mutlu eder? Mutluluk nedir? Niye gereklidir? Gibi aklıma gelen yüzlerce soruya cevap bulmaya çalışırım.

Sonra şaşkınım ben.  Burada olduğuma, damarlarımda dolaşan kanın kalbimden pompalandığına, dünyanın yüzeyinden bir anda uzay boşluğuna düşüvermediğime, karşılaştığım insanlarla konuşup anlaşabildiğime, her geçen gün bir gün daha yaşlandığımıza, ölen insanların unutulduğuna, unutulan insanların öldüğüne şaşkınım ben.

Gezginim sonra.  Dünyayı adım adım gezmek, görülecek her noktasını görmek, oralarda yaşamak istiyorum. Gezmediğim her anımı gezmeyi hayal ederek geçiriyorum. Sonraki gezimi düşünerek, planlayarak.

Hayalperestim bir de.  Sorulara cevap vermediğimde, bir gezinin hayalini kurmadığımda, başka bir şeylerin, başka hayatların, başka fırsatların, başka olasılıkların hayalini kuruyorum.  Bir şeyi yapmadan önce o şeyin hayalini kuruyorum. Sonra da başka nasıl olabilirdi onun hayalini kuruyorum. Her şeyin hayalin kuruyorum. En çok da olmayacak şeylerin.

Anlatıcıyım ben.  Sadece paylaşmak için değil, öğretmek için, öğrenmek için, emin olmak için, şüphe duymak için, tanımak için, tanınmak için, bazen de sırf anlatmak için anlatırım.

Yazarım ben.  Şimdi kendim için, sonra başkaları için, sonra gene kendim için yazarım.

Müzisyenim ben.  İcra etmesem de, kalbimden damarlarıma dağılan kanımda hissederim müziği.  Onunla yaşar, ritminde nefes alırım.  Bir şarkı beni oradan oraya sürükleyebilir. Bir başkası gerisin geriye getirebilir.  Her gezimin, her yazımın, her hayalimin, her sorumun, her cevabımın, her insanımın, her olasılığımın bir şarkısı vardır.  Ve son nefesimi bile bir şarkıyla vereceğimi biliyorum…

Aşkım ben.  Varlığımın her zerresinde aşkın heyecanı, saflığı, güzelliği dolanıyor.  Neye baksam ben, ne yapsam ben, nereye gitsem ben aşkı görüyorum.  İnsanın insana, insanın doğaya, doğanın insana, dalın ağaca, çiçeğin dala, ağacın çiçeğe, kökün toprağa, tohumun köke, toprağın tomurcuğa, cümlenin kelimeye, kelimenin boşluğa, boşluğun noktaya, hayalin gerçeğe, gerçeğin hayale, sesin müziğe, müziğin sessizliğe aşkını görüyorum. 

Doğayım ben.  Her ağaçta, her yaprakta, her dalda, her çiçekte, her yağmurda, her bulutta, her yıldırımda, her depremde, her volkanda, her denizde, her nehirde, her okyanusta, her toprakta, her dağda, her taşta, her kumda, her otta, her böcekte, her hayvanda kendimi görüyorum.

Birim ben.  Olanla birim.  Evrenle birim.  Her şeyle birim.

Yıldız tozuyum ben.  Bundan milyarlarca yıl önce dağılan kendimi toplamak için geldim.

Rüyayım ben, gördüğünü bile fark etmediğin.

Masalım ben anlatıldıkça devam eden.

Şarkıyım ben her dinlediğinde değişen.

Sözüm ben, söylenmeden bilinmeyen.

Sırım ben aranmadan bulunmayan….

29 Ağustos 2014 Cuma

Yak Bütün Gemileri, Yolunu Aydınlatsın Alevleri!


Bazen işten döndükten sonra sessizce evime giriyorum.  Çantamı bir kenara bırakıyorum.  Kıyafetlerimi değiştirirken gözüm dolabın üstünde krallar gibi oturan sırt çantama takılıyor.  Etrafa bakıyorum sonra.  Dolaplar, koltuklar, masa, sandalye, eşyalar eşyalar… Üstüme üstüme geliyorlar.  Sahip olmayı hiç istemediğim ama gerekli olduklarını sandığım tonla çöp pislik.  Koltuklarda oturmak zorundayız, masada yemek yemek zorundayız,  televizyonumuz olmalı,  perdeler şart,  onun bunun hediye getirdiği onlarca şey,  halılar durmalı yerde,  ayakkabılık olmalı,  o tonla ıvır zıvırı koyacak dolaplar lazım… 


Kıyafetlerimi balkonda yattığım için kullanmadığım yatağın üstüne atıyorum,  çantamı da kucağımda yemek yediğimden kullanmadığım ıvır zıvırla kaplı masaya, oturacağım bir kalçalık yer, kül tablama, şarap kadehime yeterli bir küçük sehpa yeter.  Televizyonu var diye seyrediyorum.  Halılar rulo halinde bir kenarda.  Bıraksalar ayakkabıları da atacağım, ayakkabılığı da, kıyafetleri de, dolabı da, yatağı da, yorganları da… Bıraksalar her şeyi atacağım balkondan aşağı.


Sırt çantam diyor ki, benden başka neye ihtiyacın var?  Ne sığmaz bana şart olan?  Denedik olmadı mı? Tüm hayatını arkanda bırakıp benimle Nepal’e kadar gitmedin mi?  Başka ne gerekti sana?

Gel gidelim gene.  Sat savur, at kurtul! Al beni çık git.

Ne eşyaların olsun nefret ettiğin ne insanlar olsun dayanamadığın… İşin olmasın ayaklarını sürüye sürüye gittiğin…  Kılık kıyafetin olmasın üstünde eğreti duran, topukların olmasın yürüyemediğin.

Kimseden emir alma.  Kimseden tavsiye alma.  Kimseyi dinleme hatta.

Yanlış biliyorlar.  Hayat malın mülkün değil. İçin. Evin sırtında. Toprağın kalbinde, memleketin doğduğun yer değil, sevdiğin yer.  Yalanlar dolanmasın etrafında.  Başkalarının yalanlarına ortak olma.

Tek başınasın bu hayatta.  Herkes bencil, adi.  Herkes kendi için yaşıyor.  Ne alabilir senden ona bakıyor. 

Bırak arkanda uykusuz geceleri,  yalancıları, aldatanları, seni bildiklerinle değil satın alabildiklerinle yargılayanları, bırak kıyafetine ayakkabına bakanları, bırak seni malı mülküyle etkileyeceğini sananları,  bırak çalanları, bırak alanları, bırak senden geçinenleri, bırak seni unutanları, bırak korkanları, bırak ağzıyla kuş tutanları,  bırak hoşafı yiyip taneleri bırakanları, bırak paralel evrenleri anlamayanları, bırak saçını boyayanları, bırak çakma çantalarıyla hava satanları, bırak okumayanları, bırak senden seni alıp yerine saman koyanları, bırak buradan köye yol olanları, bırak hayvanları anlamayanları, bırak ev alıp yer bulamayanları, bırak sana ağlayanları, bırak durmadan bakanları, bırak seni aramayanları, bırak yumurtadan çıkanları, bırak sevgisiz kalanları, bırak mutsuz olanları, bırak içi kararanları, bırak senden iyi bildiklerini sananları, bırak yalanları, bırak....

Yak bütün gemileri, yolunu aydınlatsın alevleri…

8 Ağustos 2014 Cuma

Fırtına Sonrası Sessizlik



Hep fırtınadan önce mi olur sessizlik? Sonra da olur.  Hele fırtına sonrasının sessizliği daha keskindir, dipsizdir.

Bazı fırtınalar yıkar geçer.  Uzaktan yavaş yavaş yaklaşır bazen. Tepenizde toplanan o kara bulutlar habercidir aynı zamanda.  Farkına varabilirseniz hazırlık yaparsınız.  Kendinizi kopacak fırtınaya, onun dağıtacağı hayata hazırlarsınız.  Tam olarak ne olacağını bilmeseniz de sizi yıkıp geçecek bir şeylerin varlığından haberdarsınızdır.  Zihninizi hazırlarsınız.  Karşı koymaya, savaşmaya, ayakta durmaya hazırlanırsınız.  Kalmaksa kalmaya, gitmekse gitmeye hazırlanırsınız.  Zihninizin içinde toparlanırsınız. Netalarsınız kafayı. Kırılacak dökülecek bir şey bırakmazsınız ortada.  Gök gürlemeye başladığında kaderinizi bekleme vaktidir. Olacaklar aslında sadece sizin elinizdedir.  Gözlerinizi kulaklarınızı tıkayabilir, görmezden gelebilirsiniz.  Bakabilirsiniz, tepki vermeyebilirsiniz.  Ya da bağıra bağıra üstüne yürürsünüz.  Beni yıkamazsın dersiniz. Sonuna dek savaşırsınız. Parçalanırsınız, kırılırsınız, yorulursunuz, yıkılmazsınız.  Ne fırtınalar gördüm dersiniz, senden mi korkacağım?  Ne harabeler toparladım seninle mi savaşamayacağım?   Ne küllerden doğdum ben senden mi yanacağım? Ne varsa elinizde karşı koyarsınız.  Yıkar geçer.  İnandıklarınızı, öğrendiklerinizi, önemsediklerinizi, umursamadıklarınızı yıkar geçer.  Dizlerinizin üstüne çökersiniz.  Gökyüzüne bakarsınız.  Sen misin beni yok etmeye çalışan? Sen misin beni yenmek isteyen? 

Ne olduğunuza olan inancınız ölür ellerinizin arasında.  O güne dek yarattığınızı yaşattığınız siz can verir gözlerinizin önünde.  Acı çekerek, debelenerek.  Hiçbir şey yapmazsınız.  Bırakırsınız ölsün!

Ölsün ki, yeniden doğurasınız onu.  Bildikleriyle, kaybettikleriyle, savaştıklarıyla daha güçlü olarak.  Yavaş yavaş canlanır yeni siz.  Kanatlanır, ayaklanır.  Yalnız.  Umutsuz.  Yargısız.

 Fırtına her zaman kötü değildir.   Çünkü hemen ardından huzurlu bir sessizlik basar ortalığı.  Yıkıntıların arasında hayatınızın kalan parçalarını aramadan önce durun.

Bir viski koyun kendinize.  Gidene bir ağıt yakın, bir şiir yazın.  Gözyaşlarınızı bırakın dökülsünler.  Yasını tutun ölen varlığınızın.  Hava da durulsun.  Rüzgar azalarak uzaklaşsın, tüm çöpleri toplasın gitsin.  Kalsın hava önce.  Sonra kalkın.  Dağıtın ortalığı toplamadan önce.  Kalanları da siz yıkın, parçalayın.

Umudu bırakın dışarıda.  Gerek yok artık.

Bu yeni doğan küllerinizden yeni sizsiniz.

İzin vermek gerek fırtınalara.

Özgür bırakmak gerek.

Savaşmak yenilmemek gerek.

Gidişini de gelişini kutladığımız gibi kutlamak gerek.

Güneş açsın üstünüze.  İçinizi ısıtsın.  Şimdi toplayın kalıntıları. 

Yüreğiniz uçuşsun, varlığınız sevinsin…

5 Ağustos 2014 Salı

Hayal ve Gerçek



Bu yazıyı okumadan önce bilmeniz gereken bir şey var.  Ben hayalle gerçek arasındaki o ince çizgiyi elinde silgi silmeye çalışanlardanım.  Zaten o çizgiyi ben çizmedim.  Siz çizdiniz.  Doğrusu o çizgi sizin hayaliniz.  Benim değil.

Bir şeyi düşünmek ve hayal etmek ile gerçekten yaşamak arasında tam olarak ne fark var?  Onu bana bir anlatabilseniz ben de sizin gerçekliğinizde yaşamayı kabul edebilirim belki, mantıklı gelirse tabii.  Ama bana mantıklı gelmesi için bayağı uğraşmanız gerek sonuçta ben, sayısal loto oynayan birine büyük ikramiye çıkma şansının yüzde elli olduğundan eminim. Ya çıkar ya çıkmaz.  Hal böyle olunca o çizgiyi demirden duvarlarla örseniz gene atlarım üstünden. 

Bir hayal kurayım ben.  Başı sonu görünmeyen, ulu ağaçlardan oluşan, uzağından bile yemyeşil kokan bir orman hayal edeyim.  Daracık, belli belirsiz toprak bir patikayla yolunuzu bulmaya çalıştığınız derin bir orman.  İlk bakışta sonsuz gibi görünen, durup önünde içeriye baktığınızda bütün dünyanın ve hatta bütün evrenin bu ormandan oluştuğunu sanabileceğiniz kadar büyük…

Daha girmeden serinliğiyle sizi içine çekiveren, içeri adımınızı attığınız an dışarıyı tamamen unutturan bir orman.  Arkanızı dönüp baktığınızda, daha ilk adımdan sonra, dışarıyı yutan uzun, kalın ağaçlarla varlığınızı yutuveren koca bir orman bu.  Zaten her şeyi unutmak istiyorsunuz ormanı gördüğünüzde.  Yeşil o kadar koyu ve derin ki neredeyse burun deliklerini yanıyor kokusuyla.  Koyu kahve nemli toprağa her bastığınızda hafifçe gömülüyorsunuz.  Etrafınızı kuş cıvıltıları sarıyor, şehrin kokusu, sesi, rengi kaybolup gidiyor.  Her şeyi dışarıda bırakıyorsunuz. Umudu bile.  Dante’nin cehenneme adım attığı an gibi.  Ama burada siz istiyorsunuz umudu bırakmayı.  Çünkü çok iyi biliyorsunuz ki umut sizi geriye bağlar.  Prangadır umut.  Her şeyin daha güzel olabileceğine dair beslediğimiz umut bizi çok daha güzel bir şeye ulaşmaktan alıkoyar. Biliyorsunuz ve isteyerek umudu, sizi sonsuz ormana sürükleyen patikanın başladığı noktada bırakıyorsunuz. 

Derin bir nefes alıyorsunuz, ıslak biraz, serin, tertemiz.  Kokular birbirine karışıyor ama harika pişmiş bir yemek gibi yine de tek tek ayırabiliyorsunuz hepsini.  Yaprak kokuyor biliyorsunuz.  Toprak kokuyor biliyorsunuz.  Ağaç kokuyor biliyorsunuz.  Çiçek kokuyor biliyorsunuz.  Yağmur kokuyor biliyorsunuz.    

Burnunuzdan hemen sonra kulaklarınıza hitap ediyor orman.  Bir dere akıyor duyuyorsunuz.  Bir sincap geziyor biliyorsunuz.  Kuşların cıvıltısı, kelebeklerin kanat çırpışı, ağaçlarını rüzgarda kıpırdanışı, toprağın nefes alışı kulaklarınızı okşuyor, seviyor, seviyorsunuz.  Bir adım daha atıyorsunuz korkuyla.  Ormandan korkmuyorsunuz.

Arkada bıraktıklarınızdan korkuyorsunuz.  Sizi çekerler mi geriye diye. Ayırırlar mı bu yeşilden kahverengiden diye…

Uzun ağaçların kökleri yerin dibine uzanıyor.  Orada olmaktan mutlular.  O yüzden kıpırdamıyorlar yerlerinden.  Toprağın altından akan yer altı sularından kana kana besleniyorlar.  Engelleri yok.  Dalları göğe uzanıyor.  Güneş ışığında besleniyor kana kana. Engelleri yok.

 Güneş aralarından sızıyor, yüzünüze değiyor, yumuşak, ılık, sevgiyle.  Her esintide derin bir sızı duyuyorsunuz, orman kalbinize değiyor.  Değdiği her noktayı iyileştiriyor, sarıyor.  Kalbiniz yenileniyor, daha güçlü çarpmaya başlıyor.  Kan vücudunuzun her noktasına pompalanıyor.

Yukarı bakıyorsunuz sarı mavi yeşil, aşağı bakıyorsunuz kahverengi yeşil gri.  Bütün kökler serin yosunlarla kaplı.  Sonsuz yosunlarla.  İçlerinde bir dünya var.  Altınızda üstünüzde bir evren var. Sonsuz, derin, yargısız, kuralsız. 

Daha derin bir nefes alıyorsunuz.  Ağaçların sizin için oksijene çevirdiği hava ciğerlerinize doluyor.  Anne yemeği gibi doyuruyor sizi. Takdir beklemiyor, karşılık beklemiyor. Yürümek zorlaşıyor yavaş yavaş.  Yürümek değil durmak istiyorsunuz.  Kök salmak.  Ağaç olmak.  Yosunla kaplanmak.  Dereleri, kuşları duymak istiyorsunuz.  Ellerinizi göğe uzatıyorsunuz, dallar uzanıyor, yapraklar bitiyor. Ayaklarınız derinlere iniyor, kök salıyorsunuz.  Yosun kaplıyor onları.  Kuşlar konuyor dallarınıza, arılar geziyor etrafınızda, gövdenizde sincaplar dolaşıyor.  İncecik güneş ışığı sizi bezliyor, kana kana su içiyorsunuz gizli pınarlardan.    Tekrar nefes almak istediğinizde olmuyor. Nefes almaya ihtiyacınız kalmıyor artık.  Siz güneşten, topraktan, sudan oluyorsunuz.  Yeşilin, kahverenginin, sarının mavinin içinde kaybolup gidiyorsunuz.

Umut yok

Kaygı yok

Zorunluluk yok

Kural yok

Sadece orman var

Orman oluyorsunuz.

Bu gerçek değil de ne?

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Gitsek buralardan bir köye yerleşsek…



Aslında bir yandan dünyayı karış karış gezmek istiyorum ama dürüst olmak lazım yalnız yapılacak iş değil.  Eh bu saatten sonra benim kadar okuyan, düşünen, sorgulayan, araştıran ve hayretler içinde dünya bakan bir yoldaş bulamayacağıma göre iyisi mi bir köye yerleşmeli.

Şöyle ormana yakın küçük bir arazi bulmalı.  Üzerine el emeği göz nuru kerpiçten ottan çöpten bir ev yapmalı.  Mutfağı olmalı bahçeye bakan.  Kuzine olmalı tam ortasında evin. Kocaman pencereleri olmalı.  Bir kedi bir köpek eşlik etmeli hayatına.  2-3 keçi, 4-5 tavuk tabii bir de horoz.  Bahçede domates ekmelisin, salatalık biber artık mevsim ne verirse sana. Taze soğanın olmalı her daim.  Tahta bir çitin olmalı sınırlarını belirleyen.  Ev küçük olmalı uyku için bir küçük oda, salonda bir koltuk ve kütüphane.  Bütün kitapların ortada olmalı, her an elinin altında. Bahçede bir koltuk olmalı, tam ortada, bir de şemsiye.  Tek elektrikli aletin buzdolabı olmalı.  Küçük ama şarabın ve suyun soğuk kalsın diye.  Her şeyi taze yemelisin. Bahçede bir de odun fırını olmalı. Sabah erkenden kalkmalısın, bahçeyi sulayıp ekmek yapmalısın.  Sonra ocakta pişirdiğin kahveni içersin bir sigara eşliğinde.  Ormanda dolaşırsın biraz, belki mantar ve böğürtlen toplarsın.   Gelir yemek için bir şeyler koparırsın bahçeden, yazsa patlıcan kabak, kışsa ne bileyim ıspanak ve karnabahar.  Yemek pişirsin toprak güveçte.  Biraz kitap okursun gölgede.  Sonra uyuklarsın kapılar açık, cereyan yapan yerde.  Köpek yabancıdan kedi yılandan korur.  Uyanır biraz bahçeyle ilgilenirsin.  Yemek yersin, yine kitap okursun. 

Bahçede oturur şarabını yudumlarsın kafanda düşünceler. Geç olmadan uyursun. Temiz orman havası, için rahat.  Patronun olmaz, çalışanın olmaz.  Saatlerini satmazsın. Giyimini umursamazsın. Destek verenin olmaz köstek olanın da.  Saçlarını kendin kesersin boyamazsın, beyazın olmaz.  İnsanlara hesap vermezsin. Kadın ya da erkek olduğun fark etmez.  Tacize, haksızlığa uğramazsın.  Kimseden sorumlu olmazsın kimse de senden.  Aynı terlikle senelerce gezersin bazen terlik de giymezsin. Ellerinde nasırlar olur bahçeyi çapalamaktan umursamazsın.  Sadece okursun, yazarsın, düşünürsün, bahçe çapalarsın, sularsın, toplarsın.  Gece gökyüzüne bakarsın, yıldızlar üstüne düşer aldırmazsın.  Ağlasan duyulmaz, kahkaha atsan yargılanmaz.  Yaşarsın işte.  Toprağa basarsın, ağaca sarılırsın, kimseler aldırmaz.  Nefes alırsın belki, huzur bulursun.  Durursun istediğin kadar, koşmazsın, acelen yoktur sadece senin hayatındır yaşadığın, kimse dikte etmez.  İster sabaha kadar oturursun ister erkenden uyuyakalırsın. Alarm kurmazsın, telefon almazsın, televizyonun olmaz, kredin olmaz, faturaların olmaz.  Canın sıkılınca kitap okursun gene, o da olmadı yazarsın….

Kendi hayatını yaşarsın, kendi hikayeni yazarsın….

Nefes alırsın, gökyüzüne bakarsın her şey senindir, kimseye eyvallah etmezsin.

Doğaya taparsın, Allahın olmaz.

Yolunda yürürsün, pusulan olmaz.

Sadece kendin için yaşarsın…

Gitmek lazım buralardan, boğulmadan, ölmeden, delirmeden….